
Düaldir insan. Tüm duyguları barındırır içinde, aşkı, sevgiyi, öfkeyi, iyiyi, kötüyü... Sabrı, acizliği, hasmı ve hısmı... Çoğu kez içinde olan, kendinde olan ve kendi için olan karışır ya da öyle görünür. İradesiz içine atıldığı dünyada anlamak, anlanılmak ve anlamlandırmak ister. Her türlü anlamdırma ve bilinçli kılma yoluyla huzura erişeceğini düşünür. Bilmem doğru mudur, ben de çoğu kez yaparım. Bu bir tercih değildir belkide.
Erişmek demek, ya da erişmiş olmak demek ne kadar iyidir ya da ne kadar faydalı bilmiyorum. Ama şunu biliyorum erişmek demek bilinçaltını bilince çıkarmak demek değil. Bilakis bilinçaltından çıkan bilinçle, yaratıcısı bilinçaltı üzerinde hükümdarlık kurmak demektir. İnsanın en temel yabancılaşmasıdır bu, kendine olan yabancılaşma. Kendim diye bir şey tarifleme ihtiyacı içinde olmak tariflenen kendimi yaşamamı da zorunlu kılar bir nebze. Düalizmde yetmez artık bu hadden sonra. Üçleşir insan dünyası: Bilinçle kotlanan "estetik" dünya, yabancılaşmanın her zerresinde olduğu tariflenen ve bildiğim içinde yaşanılan dünya, bir de sezdiğim temel, tümsel ya da ilkel dünya... Bir de bunların arasında duran insan. Yaratmaya çalıştığı estetik dünya için pratik ve içinde yaşanılan dünyanın getirdiği sıkıntıları aşacak güçü oluşturma yolunda caba sarfederken bazen nefesi kesilir insanın. Uzun süre uçsuz bucaksız düz ovada aktıktan sonra küçük bir tepecikte büyük bir çağlayana dönen nehrin çoşan arzusuyla titrer bedeni. Bazen de içindeki ötekine dokunan bir tüy zerresi gibi ince ve narin bir eli hisseder. Mutluluk vermesi gerekirken öfke başlar o an. O küçük eli kovanın yine kendisi olduğunu bilir ve kendine kızar. En temel çelişkiler başlar o zaman, belki de bunun adıdır duyulmayan anlam çığlığı...

